“Provokasyona Gelmemek…”

“Provokasyona Gelmemek…”

Provokasyona dayalı katliamlar ve pogromlar bir cumhuriyet geleneğidir. Burjuvazi, siyasi iktidarlar hemen her ekonomik ve politik kriz dönemlerinde bu geleneği sürdürdüler. Bu gelenekte din ve koyu bir şovenizm, provokasyonların harekete geçirici ideolojik temelini oluşturmuştur. Katliam ve pogromların yöneldiği iç düşmanlar Ermeniler, Pontuslar, Rumlar komünistler ve Kürtler olagelmiştir. Dış düşmanlar ise iç düşmanların bir uzantısı olarak ele alınan Yunanistan, Ermenistan ve iç düşmanlarının arkasında olduğu kabul edilen “dış düşmanlar”dır. Provokasyonlar ve bunlara bağlı pogrom ve katliamlar dönem dönem bu “düşmanlardan” biri öne çıkartılarak uygulamaya sokulmuştur. İşçi ve emekçiler burjuvazinin uyguladığı bu pogrom ve katliamlara, dini hassasiyetleri ve şoven bir milliyetçilik kullanılarak ortak edilmiştir. Hatta Ermeni ve Süryanilere uygulanan pogromlarda daha sonra bu pogromların hedefi olacak olan halklar da (Kürtler) aynı argümanlarla dahil edilmiştir.
Burjuva Cumhuriyetin kuruluş sürecinde, 1919-23 arasında devletin bekâsını tehdit eden iç düşmanlar, Pontuslar ve Ermenilerdi. 1924-38 yılları arasında öne çıkan düşman Kürtlerdi. Bu süre içinde birçok Kürt ayaklanması, pogromlarla bastırıldı.
Türk kapitalizmi kabuk değiştirirken, yani ticaretten sanayiye geçerken ülkede çok sınırlı sayıdaki çoğu zengin Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler yeniden iç düşman olarak öne çıktı. 6-7 Eylül 1955’de Türkiye’nin birçok ilinde bu halklara karşı pogromlar düzenlendi. Pogromlar Mustafa Kemal’in Selanik’teki evinin Türk devlet güçleri tarafından bombalanmasıyla başladı. Önceden hazırlanan plan dahilinde çoğunluğu Anadolu’dan kışkırtılarak getirilen bindirilmiş kıtalar önceden işaretlenen Ermeni, Rum ve Yahudilerin ev ve işyerlerini yağmaladı, yağmalanan mekanlar yakıldı, onlarca kişi öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. Pogromdan kurtulanlar ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Bu yolla, kabuk değiştiren kapitalizme önemli bir sermaye birikimi sağlandı. Türk kapitalizminin 1960 sonrasındaki hızlı sanayileşmesinde, el konulan bu birikimin önemli bir payı olduğu açıktır.
60’lı yılların sonlarında öne çıkan iç düşman “kökü dışarda” komünizmdi. Devrimcilere karşı düzenlenen pogromlarda bu kez devletin eğitip donattığı paramiliter güçler de (MHP, Ülkü Ocakları vb.) kullanıldı. Kanlı Pazar, 1977 – 1 Mayısı, Kahraman Maraş, Çorum, Malatya, bu dönemdeki katliam ve pogromlardan sadece birkaçıdır. Bu saldırılar 12 Eylül ile en tepe noktaya çıktı. 12 Eylül ile devlet aygıtı, işçi ve emekçileri koyu bir baskı altına tutacak biçimde yeniden dizayn edildi. Türk ekonomisinin dünya emperyalist-kapitalist sistemine entegrasyonu ile sanayi büyümesi de hızlandı. İşçi ve emekçilerin sindirildiği, haklarının budandığı bu ortamda sermayenin kârları katlandı. 80’li ve 90’lı yıllarda pogrom ve katliamların ana hedefi gelişen Kürt ulusal mücadelesi ve Kürt halkı oldu. AKP bütün bu gelişmelerin bir sonucu olarak 2000’li yıllarda iktidar oldu. 90’lı yıllarda yaşanan büyük krizle daralan ekonomi yeniden büyümeye başladı. Büyüme ve bunun işçi ve emekçilerde yol açtığı illüzyon 2008 dünya kriziyle tersine dönmeye başladı. Değişen durumla birlikte baskı, pogrom ve katliamlar da kaldığı yerden yeniden gündeme geldi.
7 Haziran 2015 seçimi AKP’nin iktidarını sürdürmekte zorlandığını ortaya koydu. Bu durum saldırı, pogrom ve katliamlarla sağlanan istikrarın bozulmaya başladığını, üstelik bunun derinleşen kriz koşullarında gerçekleştiğini gösteriyordu. Ulusal ve uluslararası sermayenin desteğiyle AKP’nin yeniden iktidar olması için her şey yapıldı, Kürt halkına yönelik pogromları Türkiye’nin birçok ilinde patlatılan bombalar ve katliamlar izledi. Ardından “mizansen darbe senaryosu” devreye sokuldu, olağan üstü hal ilan edildi. Anayasa değiştirilerek dört başı mahmur bir oligarşik diktatörlük kuruldu.
Aradan çok kısa bir süre geçmesine rağmen bugün bu diktatörlük ekonomik-politik kriz, yolsuzluk ve yoksulluğun yol açtığı toplumsal değişimle sarsılıyor. Pogrom, katliam ve baskılar eğik düzlemde hızla aşağıya doğru kayan AKP’nin kayışını engellemeye yetmiyor. Ama bu durum iktidarın normal yöntemlerle değişebileceğine işaret etmiyor. Geriye doğru bakıldığında, Cumhuriyet tarihinin her kritik döneminde iktidar değişimi darbeler ya da zincirleme provokasyonlarla gerçekleşmiştir. Bu kritik dönemeçlerdeki seçim sonuçları sadece bu sürecin (hileli seçim oyunlarıyla; seçim sistemindeki değişiklikler, oy çalmalar vb.) onaylanmasından başka bir şey değildir. Bugün yaşanmakta olan da budur.
İstatistikler, oy oranlarının sürekli düştüğüne işaret etse de AKP baskı aygıtını ve parasal gücü elinde bulundurmaktadır. 19 yıllık uygulamalarıyla bir suç örgütüne dönüşen AKP’nin iktidarı olağan bir seçimle bırakmasını düşünmek en hafif deyimiyle ahmakça bir saflıktır. İşçi ve emekçiler açısından ahmakça saflık olan bu durum burjuvazi ve burjuva muhalefet için bilinçli bir seçimdir. Çünkü burjuvazi, kitlelerin kendiliğinden de olsa değişim istemiyle sokağa çıkmasının taşıdığı potansiyel tehlikeyi biliyor. Kitlelerin aktif olarak katılmadığı kontrollü bir geçişi sağlamak için sürekli, kitleleri pasifize edecek senaryolar üretiyor.
Uzunca bir dönem, izlediği dış politika, uluslararası uyuşturucu ve kara para ticaretindeki rolü ileri sürülerek AB ve ABD’nin AKP’yi iktidardan düşürmek için düğmeye bastığı/basacağı algısı oluşturuldu. Merkel ve Biden’le görüşmesinin ardından, bu olasılık ortadan kalkınca, Erdoğan’ın hasta olduğu ve iktidarı yürütemeyeceği algısı geliştirildi, AKP ve Erdoğan’ın oy oy oranlarındaki istatistiki düşüşlerle bu algı daha da güçlendirildi. Bütün bunlar işçileri ve emekçileri evine hapsetmek, tepkilerinin ve öfkelerinin sokağa taşmasını engellemek için yapıldı, yapılıyor. Öyle ki, Muhalif burjuva partilerden, kimi reformist çevrelere ve Peker de dahil “önemli” kişilere kadar birçok parti, örgüt ve kişi; işçileri, emekçileri, Alevileri ve Kürtleri sokağa çıkmamaya, provokasyonlara gelmemeye çağırdı, çağırıyor.
Gerçekte dünyanın hiçbir yerinde işçilerin, emekçilerin kendi ivedi çıkarlarını savunmak için sokağa çıkmaları provokasyon olarak değerlendirilemez. Bu tür kitle eylemleri asla iktidarın lehine sonuç vermez ve vermemiştir. Asıl provokasyon işçi ve emekçileri toplumsal değişimin öznesi değil de nesnesi olarak gören bu burjuva, reformist anlayıştır. Tersine; bir dizi öznel nedenlerle yarı yolda kalsa da, kısmî bir değişimin kapısını aralayan işçi ve emekçilerin kendiliğinden de olsa mücadeleye aktif katılımlarıdır. Son dönemde işçi ve emekçiler nerede sokağa çıktılarsa orada bir değişimin önünü açtılar.
Ne tür bir değişim istediklerinin tam olarak bilincinde olmasalar da değişim isteyen toplumsal güçlerin mevcut güçsüzlüğünü baz alarak provokasyona gelmeme adına eylemsizliği savunmak burjuvazinin değirmenine su taşımaktır.
2011’den bu yana yaşananlar AKP’nin içerde ve dışarda provokasyon düzenlemek için geniş olanaklara sahip olduğunu gösteriyor. Bunun için kitlelerin eylemliliğine ihtiyacı yoktur. Tersine, provokasyonları boşa çıkaracak tek olanak kitlelerin eylemliliğidir. Bugün için devrimci hareketin kitleleri harekete geçirecek bir gücü olmadığı açık olsa da hem devrimci hareketin böyle bir olanağı yakalayabilmesinin hem de iktidarın provokasyonlarını engelleyebilmenin tek yolu kitlelerin eylemliliğidir. Komünistlerin bu koşullardaki görevi, burjuvazinin kontrollü bir geçişi sağlamak üzere ileri sürdüğü pasifist sloganlara karşı durmak, kitlelerin bağımsız eylemini desteklemek ve yaygınlaştırmak olmalıdır.

Paylaş